GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BÜYÜKLERİMİZ.....

Demokrasi, vatandaşın siyasi ilgisine en fazla ihtiyaç duyan bir rejimdir.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BÜYÜKLERİMİZ.....
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BÜYÜKLERİMİZ..... Admin

 

Demokrasinin sağlam işleyebilmesinde hiçbir şey vatandaşın uyanık dikkati kadar müessir olamaz. Çünkü iktidar sahipleri bütün müesseseleri, insan ve cemiyet saadetini ihmal edecek bir takım maksatların uygun istismar aleti haline getirebilirler.(1)

 

Bu günkü büyüğümüz Sn. Prof. Dr. Hikmet Sami Türk. Kendisi ile röportaj yapmak için 15 Ekim 2019 tarihinde evinde buluşmak üzere randevulaştık ve büyük bir heyecanla Çankaya Park Evlerindeki dairenin kapısını çaldığımda beni değerli eşleri Fatma (Fatoş) Hanımefendi karşıladılar. Heyecanlıydım, zira önceden araştırdım ve beni en çok etkileyen; 2015'te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yönetim Kurulu’nun önerisi ve Ankara Üniversitesi Senatosu’nun kararı ile akademik yaşamı boyunca yaptığı bilimsel çalışmalar ve yetiştirdiği öğrencilerle Üniversiteye değer katan profesörler arasında kendisine “Ankara Üniversitesi Çınarı” unvanı verilmiş olması idi.

Ayrıca 1958’de “Akis” Dergisinin “Demokratik Rejim İçinde Yaşamak İsteyen Milletler Ne Yapmalıdır?” konulu yazı yarışmasında birincilik ödülünü almıştı. Yazımızın (1) numaralı başlığına o birincilik kazanan yazıdan aldığım bir pasajla başladım. Düşünebiliyor musunuz, daha 23 yaşında böyle bir yazı kaleme alıyor ve birinci oluyor. Ama tabii bu, o gün yazmaya başladığı anlamına gelmiyor. Giresun'da yayımlanan Yeşilgireson gazetesinde 14 Eylül 1948 tarihinde ilk siyasî yazısı yayımlanıyor. Yani 13 yaşında iken. Bir diğer ödül olarak da, 1990’da “Ticaret Ortaklıklarının Birleşmesi” başlıklı kitabı ile Türkiye İş Bankası Toplum ve İnsan Bilimleri Büyük Ödülünü kazanıyor.

Yanda gördüğünüz 1951 yılında pırıl pırıl bir gençken Bafra’da      haftalık yayımlanan Doğru Yol gazetesinden aldığı basın kartı    bunun canlı bir delili değil mi? Gerek bu gazetede, gerek             1950’den itibaren şimdiki Bafra Haber gazetesinin başlangıcı        olan Bafra gazetesinde gerek 1948-1950’de Yeşilgireson            gazetesinde hem siyasî  hem  astronomi ağırlıklı yazılar             kaleme alıyor.

            Sadece bu özellikleri mi? Hayır. Çeşitli hukuk dallarında      yayımlanmış 19, edebiyat alanında yayımlanmış 2, halk eğitimi ve dış politika alanlarında yayımlanmış birer kitabı ile ticaret, anayasa, seçim, maden,  çevre hukuku ve medenî hukuk gibi hukuk dallarında ve eğitim-öğretim konularında yayımlanmış 150’yi aşkın inceleme, bildiri, açış konuşması, kanun taslağı, rapor ve çevirisi ile 1948’den beri çeşitli gazete ve dergilerde özellikle astronomi, havacılık, edebiyat, kültür, dış politika ve tarih konularında yayımlanmış çok sayıda makale, fıkra, deneme, eleştiri ve yazı dizisi var.

Kısa bir “hoş geldin” sohbetinden sonra röportajımıza başlamak üzere kütüphanesine çıktığımızda bir oda değil, birkaç odadaki kitapları gördüğümde şaşkınlığımı gizleyemedim ve hayranlığım bir kat daha arttı.

Kütüphanecilik böyle yapılır

Neden mi? Şimdi onun ağzından dinleyelim:

Odanın bir köşesinde, “Oradakiler Devlet Bakanı, şuradakiler Millî Savunma Bakanı, buradakiler Adalet Bakanı olduğum dönemde yaptığım çalışmalar; şunlar ise sonradan yaptığım çalışmalar.” diye anlatırken sanki bir kitap denizinde dolaşıyordum. Bakıyorum, sağ köşede çok eski olduğunu düşündüğüm eski gazeteler kümesi, onların üstünde Bafra gazetesinin hemen hemen tüm sayıları düzenli bir şekilde yığılmış, kitaplar konularına göre sıralanmış. Ama en önemlisi, kütüphanecilik anlamında dört dörtlük bir çalışma olduğunu açık bir şekilde görüyorsunuz. Tabii,  sadece tavana kadar yükseltilmiş dolaplardakiler değil, sehpalar üstünde, çalışma masasında her yer kitap dolu. Çalışma esnasında çayını, kahvesini kolaylıkla içebilmesi için masanın yanına konulan sehpanın üstü bile dolu. Sonra biraz ilerliyoruz, biraz daha küçük bir odaya geçiyoruz. “Burası kızım Ayşe’nin odasıydı;  burayı da işgal ettik, zaman bulsam şu yerlerdeki kitapları da şu boşluklara yerleştireceğim” diyor, gerçekten orasının da dört duvarı işgal edilmiş, sadece duvarları mı, masada yer yok, koltuklara kadar,  hatta yerler bile kitaplarla dolu. Meclis tutanakları mı dersiniz, ansiklopediler mi dersiniz, kitaplar mı dersiniz, aklınıza ne geliyorsa hepsi var. Devam ediyor: “Ayrıca benim Ankara Üniversitesi Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü’nde de bir kütüphanem var.”

BA: Peki Hikmet Abi, bu kitap sevgisi nereden geliyor, nasıl başladı bu sizde?

HST: Bafra’daki evimizde Babam Süleyman Türk’ün önemli bir kütüphanesi vardı. Daha sonra kitaplarını Bafra Hasan Çakın Halk Kütüphanesi’ne bağışladı. Bafra'daki evimizde hâlâ sonradan edindiği bir miktar daha kitap var. Babam, yalnız muhasebeci, tütün taciri, gazeteci değil, aynı zamanda kütüphaneci idi. Ben, kütüphaneciliği ondan öğrendim; dolayısıyla kitap sevgisini de. Babam, kitaplara çok meraklı idi. Bana evdeki kütüphanesini tasnif ettirdi. Bunun için ben bilimsel olarak bir kütüphane nasıl tasnif edilir onu da öğrendim. Lise yıllarımda kitaplar nasıl kaydedilir, fişleri nasıl çıkarılır, katalogları nasıl yapılır; bunları öğrendim Daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okurken Kabataş Erkek Lisesinde kütüphane memurluğu yaptım. Bütün bunları babama borçluyum. Ondan kütüphaneciliği ve kitap sevgisini öğrenmiştim.

BA: Evet, Hikmet Abi, şimdi biraz daha eskilere gidelim. Ne zaman, nerede doğdunuz? İlk, orta, lise ve üniversite tahsilinizi nerelerde tamamladınız ve o aralardaki hatırlayabildiğiniz anılarla başlayalım isterseniz?

HST: Evet, 1935 yılında Trabzon’un Of ilçesinin o zaman birçok yer adında olduğu gibi Rumca adıyla Çifaroksa, sonraki Türkçe  adıyla Uğurlu köyünde doğmuşum. Uğurlu köyü, daha sonra 7 mahalleli bir belde oldu; şimdi ise çok yanlış olan büyükşehir düzenlemesiyle belde özelliğini kaybetti ve Trabzon’un bir mahallesi hâline geldi. Oysa yerel demokrasi köylerden başlar. Köyler, muhtarı ile ihtiyar meclisi ile tam bir demokrasi örneğidir. Burada İsmet İnönü’nün bir sözünü anmadan geçemeyeceğim. İnönü, “Her köyde başbakan olacak bir insan vardır.” demişti. Köylerde insanlar bir araya gelir, ülke sorunlarını tartışırlar.

Şimdi benim özgeçmişime gelelim. Nüfus cüzdanımda yazılı doğum tarihi 1 Temmuz 1935 olmakla birlikte, aslında 22 Haziran 1934’tür. Bunun nedeni şu: O dönemde köyden şehre inip nüfus kaydı yaptırmak, ulaşım bakımından kolay değil. Annem Ayşe Sultan’ın dayısı Abdullah Sami İlhan,  şehre inişinde, benim doğum tarihimi 1 Temmuz 1935 olarak kaydettirmiş; böylece resmî kayıtla gerçek tarih arasında bir yıllık bir gecikme  farkı var. 

İlkokulun ilk üç yılını Of’un Uğurlu köyünde okudum. Trabzon, Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiğinde orası Pontus Rum İmparatorluğu idi.  Fatih, o dönemde, bu günkü Kahramanmaraş yöresinde yaşayan Türk veya Türkmen boylarını getirip yerleştirmiş. Bu iskân politikasıyla bir Türkleştirme uygulaması yapmış. Bizim atalarımız o Türk boylarından. O bölgedeki köylerin fetih öncesinden kalma Rumca isimleri vardı. Aynı nedenle sonraki dönemlerde de bazı köylerde hâlâ Rumca konuşulurken bizim köyde hep Türkçe konuşulurdu.

Köy ilkokulunda bütün sınıflar aynı salonda ders yapıyorduk

Çocukluk yıllarımda köy ilkokullarına sadece 1 öğretmen gelebiliyordu; o öğretmen sabahları 1,  2 ve 3. sınıfları, öğleden sonra da 4 ve 5. sınıfları okutuyordu. Tüm öğrenciler de aynı salonda ders yapıyordu. Nasıl mı? Öğretmen, önce 1. sınıf öğrencilerine geliyor, onların dersini anlatıyor ve onlara bir ödev veriyor; sonra 2. sınıf öğrencilerine geçiyor, onların dersini anlatıyor ve onlara da bir ödev veriyor; daha sonra 3. sınıf öğrencilerine gidiyordu. Aynı uygulamayı onlarla da yapıyordu. Öğleden sonra 4 ve 5. sınıflarla ders yapıyordu. Ben 3. sınıfa kadar Uğurlu köyünde okudum. Bu zaman içinde her yıl öğretmenimiz değişti. 1. sınıftaki öğretmenim, Sabahat Karslıoğlu adında bir genç bayandı. 2. sınıfta Mustafa Kumkum ve 3. sınıfta İsmail Taştan isimli öğretmenlerimiz vardı. Bakın, hâlâ hatırlıyorum.

“Uşağımı okula göndermem!”

Uğurlu’ da arada öğretmensiz kaldığımız bir yıl da oldu. O yılla ilgili bir anımı anlatmak isterim. Bizim karşımızdaki Rumca adıyla Mapsino, sonraki Türkçe adıyla Gürpınar köyünde yeni bir ilkokul açılmıştı ve orada öğretmen vardı. Ben Uğurlu’ da 3. sınıfa geçmiştim. Gürpınar’daki ilkokula devam etmek istedim. Başladım da. Kış aylarında okula giderken sırtımızda çantamız,  koltuğumuzun altında birer odun taşırdık; okula odun götürmek, bütün öğrenciler için bir yükümlülüktü. Uğurlu’ daki  evimizle Gürpınar’daki ilkokul arasında bayağı uzun bir mesafe vardı. Arazi engebeli, iki köyü ayıran bir dere var. O zamanlar patika gibi bir köy yoluyla o dereye inmek, dereyi geçmek ve Gürpınar İlkokuluna kadar yürümek gerekiyordu. Bir saatlik uzun bir yol. Kış bastırdığı zaman karlı yoldan yürümek daha da zordu. Aralık 1943 veya Ocak 1944 olmalı, kar yağışlı bir kış günü hava çok soğuk; 8 veya 9 yaşındaki ben, sırtımda çanta, koltuğumun altında  odunla bu yolda  düşe kalka  yürüyerek okula vardığımda düşüp bayılmışım. Olayı evde anlattığımda bana hiç kıyamayan Ninem Mahi Türk, çok etkilendi ve dedi ki “Ben uşağımı böyle okula göndermem”. Bu, benim çok hoşuma gitti. O koşullarda okula gitmeyeceğim diye çok sevinmiştim. Bu olay, 3. sınıfa geçtiğim yılın başında olmuştu. O yıl okula gidemedim ve bir yıl kaybettim. 

Ertesi yıl, yani 3. sınıfta okurken bu kaybı telâfi etmek istedim. Bu düşüncemi söylediğim öğretmenimiz İsmail Taştan , “Seni bir üst sınıfa alabilirim, ama usulen bir sınav yapmamız gerekir.”  dedi. Ben çalışkan bir öğrenci idim. Eskiden ilkokullar 3 yıllıktı. Gerek o dönemde, gerek 5 yıllık sisteme geçildikten sonra da köy ilkokullarının ders programları oldukça kapsamlı idi. Bunun nedeni ders programlarının “ilkokuldan sonra ortaokul ve liseye gitme olasılığı az olan köy çocuğuna ne öğretirsek kârdır” düşüncesiyle hazırlanmış olmasıdır.  Örneğin biz, köy ilkokulunun 3. sınıfında Tarih, Coğrafya okurken kasaba ve şehirlerde bu dersler ancak 4 ve 5. sınıflarda okutuluyordu. Ben, o dönemde 3. sınıfta aritmetik dersinde dört işlem yanında orantı hesapları yaptığımızı, Birinci Dünya Savaşı’nı okuduğumuzu hatırlıyorum. 

Uğurlu’ daki Köy İlkokuluna annemin dayısının oğlu Rauf İlhan’la beraber gider gelirdik. O da benimle birlikte sınava girmek istedi. Öğretmenimiz İsmail Taştan, “Peki” dedi ve bizi 9 sınava aldı. İkimize de çeşitli sorular sordu;, verdiğimiz cevaplar üzerine, sınav sonunda dedi ki “Türk tamam, 4. sınıfa alabilirim; ancak İlhan olmaz”. Okula Rauf’la beraber gidip geldiğimiz, 4. sınıfa geçtiğim takdirde öğleden sonra tek başıma gidip geleceğim için, Ondan ayrılmak istemedim; böylece bir üst sınıfa devam etme şansını kaçırmış oldum.

Bafra’daki  yıllar

Sonra Bafra yılları başladı.  Ekim 1945’te Bafra’ya geldiğimde Of’tan okul durumumla ilgili bir belge getirmemiştim. Hiç unutmam, İsmet Paşa İlkokulunun Müdürü Lâmi Yalçın, beni sınava tâbi tuttu. Daha önce söylediğim gibi, bizim köy ilkokulları programlarımız oldukça ayrıntılı ve kapsamlıydı. Sınavdan sonra babama “Süleyman, bu çocuğu ben doğrudan 5. sınıfa alırım” dedi. Babam ise, ben Of'tan yeni geldiğim ve o tarihte henüz Of şivesiyle konuştuğum için beni 5. sınıfa vermedi. Şivemi düzeltebilmem için 4. sınıftan başlamamın daha doğru olacağını düşündü ve 4. sınıfta okumamı istedi. Böylece ben, Of’ta kaybettiğim bir yılı telâfi edebilmem için verilen bir fırsatı daha kullanamadım.

Ortaokulu 3 yıl Bafra'da okudum. O dönemde yılda 3 kez karne verilirdi. Ben her yıl iftihara geçerdim.  Her sınıftan notları en iyi 2 kişi seçilirdi. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Türkiye’nin her tarafından gelen bu isimler, resimleriyle birlikte kitap hâlinde yayımlanırdı. En son 1950 yılında yayımlanan kitapta Bafra’dan Mehmet Aydıner Ağabeyimizi hatırlıyorum, ismi ve resmi vardı. O da iftihara geçen çalışkan bir öğrenci idi.  

Ortaokulda okul müdürümüz, benim öğrenci olduğum ilk iki ders yılında (1947-1949) Necmettin Esin, sonra (1949-1950) Mehmet Ulusar’dı.

BA: Evet, benim resim hocamdı. Nam-ı diğer “Agoş”.

HST: Evet, resim hocasıydı. Öğretmenliği çok iyi idi, fakat yöneticiliği için aynı şeyi söylenemez. Çok iyi bir yönetici olan önceki Müdür Necmettin Esin, çok iyi bir hatip olarak da bizi etkilemiştir. Aynı zamanda coşkulu bir şair olan Esin, siyasetle de ilgilenmişti. 1946 seçimlerinde Samsun’dan milletvekili adayı oldu; ancak kazanamadı, 17 oyla kaybetti. 1949’da Tokat Milli Eğitim Müdürlüğüne atandı. Mehmet Ulusar ise, müdürlük görevinde fazla kalamadı; dönemin Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri tarafından bu görevinden alındı.

Ben, Bafra’ya 1945 yılı Ekim ayında gelmiştim. O zaman 10-11 yaşlarındaydım. Hacınabi Mahallesi’nde oturduğumuz eve yakın Merkez,  Büyük ve Küçük Gazi İlkokulları vardı, o okullara gidebilirdim. Ama babam biz, Turgut Aydıner’ le beraber aynı okula gidelim diye beni İsmet Paşa Mahallesi’ndeki İsmet Paşa İlkokuluna yazdırdı. Çünkü biz, Turgut'la yaşıtız, aramızda sadece 6 ay fark var. Evimize biraz uzak olmasına rağmen Turgut’la aynı sınıfta olabilmek için İsmet Paşa İlkokuluna gittim.

Ayrıca Aydıner ailesinin bizde çok önemli bir yeri vardır. Ömer Aydıner (Ömer Usta); babam 1928’de Of'tan geldiği zaman Yusuf İzzettin Kefeli ve Ömer Aydıner’in ortak olduğu bir şirket vardı. Babam,  o şirkette muhasebeci olarak işe başlıyor.  1929’daki büyük ekonomik krizde şirket dağılıyor. Ömer Aydıner ticareti bırakıyor, tarıma geçiyor. Babam da Kefeli ile devam ediyor. Uzun süre muhasebeci, ticarî temsilci ve işletme müdürü olarak Kefeli ile birlikte çalışıyor. Sonraki yıllarda babam bağımsız tütün taciri oluyor.

Babam Süleyman Türk, bu dönemde sosyal faaliyetleriyle de öne çıkıyor. Bafra Halkevi Başkanı olarak çeşitli etkinlikler düzenliyor. 1950’ye kadar 12 yıl boyunca Bafrasesi  gazetesini çıkarıyor.  Birçok sivil toplum örgütünün kurucusu ve başkanı oluyor. Bafra’yı Güzelleştirme Cemiyeti’ni kurarak Bafra’nın ortasındaki (yandaki resimde gördüğünüz gibi) Büyük Han’ın kamulaştırılmasını sağlıyor; onun yerine büyük bir meydan yaptırıyor. Meydana Cumhuriyet Meydanı adı veriliyor.  Yıl 1943. Henüz tek parti dönemi. Cumhuriyet Meydanı’nın ortasına dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün büstünü koyuyorlar. Ancak 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince İnönü’nün büstü oradan kaldırılıp yerine Atatürk’ün büstü konuyor. Bu yapılırken İnönü’nün büstünün de İsmet Paşa Mahallesi’nde uygun bir meydana nakli yönünde babamın yaptığı teklif ise kabul görmüyor.

Merih (Mars) Meskûn mu?

1950’de çok ağır bir kış oldu. Kar yağışlı günler iki hafta sürdü. Ben, öteden beri astronomi ile çok ilgiliyim. Daha önce de sözünü ettim. Giresun'da yayımlanan haftalık bir gazete vardı: Yeşilgireson. 1950’de ben, henüz 15 yaşındayım, ortaokul son sınıf öğrencisiyim. . O gazetede “Merih (Mars) Meskûn mu?” başlığı altında, “Merih Arz’ın istikbaldeki (gelecekteki) tasviri mi?”, “Merih’te hava var mı?”,  “Merih’in atmosferinde oksijen ve su buharı mevcut mu?” “Merih’te su bulunur mu?”, “Başka seyyarelerde (gezegenlerde) hayat mümkün mü?”, “Merih kanallarının mahiyeti nedir?”, “Merih’ten bize işaret veriliyor mu?” ve “Merih meskûn mudur?” (Merih’te hayat var mı?)  sorularının cevabını aradığım bir yazı dizim yayımlandı. Aslında ben Yeşilgireson’ da 1948'den itibaren yazıyordum. Siyasî içerikli yazılardı onlar. Hâlâ saklarım o gazeteleri. Daha çok CHP taraftarı yazılar yayımlayan Gazete, 14 Mayıs 1950 milletvekili genel seçiminde CHP kaybedince maalesef kapandı. O nedenle 28 makaleden oluşan benim yazı dizimin son birkaç makalesi yayımlanamadı. Yeşilgireson yerine günlük “Işık” diye iki sayfalık bir gazete çıkardılar; ancak ömrü fazla olmadı. Benim konu ile ilgim ise devam etti. 1969’da Ay’a ilk kez insanlı uzay aracı gönderilince 4 Ağustos 1969 tarihli Milliyet gazetesinde “Ay ve Ötesi …” başlıklı bir yazım yayımlandı. Önümüzdeki yıllarda 1950’deki yazı dizisini güncelleyip kitap olarak yayımlamak istiyorum.    

Lise ve Üniversite yılları

Bafra Ortaokulundan sonra İstanbul’da Kabataş Erkek Lisesinde okudum. 3. sınıfta öğrenciler, Fen ve Edebiyat bölümlerine ayrılırdı. Ben, aslında Fen bölümüne gitmek istiyordum. Çünkü Matematik (Cebir, Geometri) dersinde de çok başarılıydım. 1953-54 ders yılı sonunda Kabataş Erkek Lisesinin tarihinde notları en yüksek alan öğrenci olarak verdiğim lise bitirme sınavlarından sonra, soruları Millî Eğitim Bakanlığınca Ankara’dan edebiyat şubeleri için  gönderilen 4 olgunluk sınavında, bu arada Matematik olgunluk sınavında 10 almıştım. Ortaokulu bitirirken de bir olgunluk sınavı vardı ve orada da en yüksek notlarla mezun olmuştum. 

Hukuk mesleklerin “bâlâsı”, yani mesleklerin en yükseğidir

Edebiyat şubesine gitmemin nedeni şu: Lise son sınıfına geçtiğim 1953 yılının bir yaz gününde Samsun’da babamla Cumhuriyet Lokantası’nda yemek yerken babam, “Oğlum, ben senin edebiyat şubesine devam etmeni, liseden sonra da hukuk okumanı arzu ediyorum. Zira hukuk, mesleklerin bâlâsıdır, yani mesleklerin en yükseğidir.” dedi. Ben de Kabataş Erkek Lisesinden 1953-54 ders yılı  edebiyat şubeleri birincisi olarak  mezun olduktan sonra 3 seçenekli  üniversiteye giriş  tercihlerimi 1. Hukuk, 2. Hukuk, 3. Hukuk olarak yazdım ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazandım. Bu fakülteden de 4 yılda, Haziran 1958’de “Pekiyi” derece ile mezun oldum.

Doktora ve Akademik Kariyer

Doktora yapmak üzere İngiltere veya Fransa’ya gitmeyi plânlıyordum. İngiltere'ye gidersem “Parlâmenter Rejim” üzerine, Fransa olursa “Kanunların Anayasaya Uygunluğu” üzerine doktora yapmayı düşünürken; 9 Ağustos 1958 ekonomik istikrar kararları programımı değiştirdi. Daha önce  1 USD=2,84 TL iken 9 TL’ye çıktı. Bu devalüasyondan sonra Almanya daha hesaplı olduğu için orayı tercih ettim. Her ne kadar Babam istediğim yere gidebileceğimi söylese de,  Almanya'yı tercih ettim. Almanya’yı seçmemin bir diğer nedeni de,  İngiltere için “acceptance”, yani “okula kabul” belgesi istenmesiydi. O dönemde Anayasa Hukuku hocamız Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı benim için İngiltere’de birkaç üniversiteye mektup yazdı; ancak “Overseas”, yani “deniz aşırı” öğrenci kontenjanları dolu olduğundan 2 yıl sonrası için yer ayırabilecekleri cevabını verdiler. Dolayısıyla ben, 2 yıl bekleyip zaman kaybetmek istemediğimden Federal Almanya’ya gittim. Bilindiği gibi, bizim hukuk sistemimizde 1926’dan itibaren gerçekleştirilen büyük devrimle temel kanunlarımız ya Avrupa ülkelerinden alınmış ya kaynak olarak o ülkelerin kanunlarından yararlanılarak hazırlanmıştı. 1926 tarihli Türk Medenî Kanunu ve Borçlar Kanunu İsviçre’den alınmış; Türk Ticaret Kanunu geniş ölçüde Alman Ticaret Kanunu’ndan yararlanılarak hazırlanmış, Türk Ceza Kanunu ise İtalya’dan alınmıştı. Almanya’ya gidince doktoramı da Ticaret Hukuku’nda yaptım.  

BA: Bürokrasinin de Fransız kökenli olduğu söylenir, doğru mudur Hikmet Abi?

HST: Evet, İdare Hukuku’nun kaynağı bizde ağırlıklı olarak Fransa’dır. Osmanlı Devleti’nde özellikle  Tanzimat döneminde Fransız sistemleri örnek alınmıştır. Örneğin valinin yanında halkı temsil eden il genel meclis uygulaması, il, ilçe ve bucak tanımlaması tamamen Fransa’dan alınmıştır. Mülkî idare yapısı, ana çizgileriyle Cumhuriyet döneminde devam etmiştir. Bu açıdan ilk yazılı anayasamız Kanun-i Esasî’ye baktığınızda sistematik olarak çok büyük bir fark göremezsiniz.

Bir suikasta kurban giden arkadaşım Uğur Mumcu, çok esprili bir insandı. Derdi ki: “Türkler, İsviçre Hukuku’na göre evlenir, Fransız Hukuku’na göre yönetilir, İtalyan Hukuku’na göre de cezalandırılır.”. Çünkü bizim hukuk sistemimiz, çeşitli kaynaklardan yararlanılarak oluşturulmuştur. Bunun temel nedeni ise, şeriat yerine lâiklik temeline dayalı yeni bir hukuk sistemine kısa zamanda geçme ihtiyacı idi. Örneğin bir Medenî Kanun yapmak için çalışmalar başlatılmış,  ancak tartışmalar çok uzun sürdüğü için sonunda bırakılmış. Cumhuriyet’in ilk yıllarında dönemin en yeni Medenî ve Borçlar Kanunu İsviçre’den alınmıştı. O dönemdeki Adalet Bakanı’mız Mahmut Esat Bozkurt,  doktorasını İsviçre’de yapmış, orayı iyi tanıyor. En yeni ve sade bir kanun olduğu için oradan almışız. Tanzimat döneminden başlayan ve Cumhuriyet döneminde batı hukukunu kendine örnek alan Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin temel amacı, dine dayalı hukuktan, şeriattan kurtulmaktı. Hem dine dayalı hukukun neyini alacaksınız? Herhangi bir konuyu tartışamıyorsunuz ki. Çünkü din temeline dayalı olduğu zaman sonu Allah’ın emri oluyor, değiştirilme şansı yok. Oysa diğer kanunlar, insanlar tarafından yapılıyor ve zaman içerisinde değişikliğe uğraması gerektiğinde de günün şartlarına uygun güncellenebiliyor. Bu,  çok önemli. Hukuk sistemi, dinî temelli olduğunda böyle bir olanak yok. Dolayısıyla lâik temellere dayalı bir hukuk düzeni olması gerekli.  Bu düzen, Tanzimat’tan beri önce şer’î hukukla yan yana ikili bir yapı içinde, Cumhuriyet döneminde ise lâik temellere dayalı tekli bir yapı olarak kurulmuştur.

BA: Doktora için Almanya’yı tercih etmiştiniz. Orada ne kadar kaldınız ve ne tür çalışmalar yaptınız?

HST: Almanya’ya 1959’da gittim ve 1964’te döndüm, yani 5 yıl kaldım. Önce Almanca öğrenmem gerekiyordu. Bunun için dil okulu olarak Münih yakınında Grafing kasabasındaki Goethe Enstitüsü’ne gittim. Orada her biri 2 ay devam eden üç basamaklı kursların birincisinde henüz bir aylık öğrenci iken öğretmenlerle birlikte yediğimiz bir öğle yemeğinde benim konuşmam, Enstitü Müdürü Bayan Rohner’in dikkatini çekmiş olacak ki, bir aylık bir öğrenci olarak çok iyi Almanca konuştuğumu ve bir üst kursa geçebileceğimi, böylece 2 ay kazanacağımı ve bunun karşılığı olan kurs ücretinden tasarruf edeceğimi söyledi. Üst kursun düzeyine gelmem için bana bir hafta sonu ödevi verdi. Ödev, Almanca’da kurala bağlı olmayan fiillerin çekimini  öğrenmekti. Hafta sonu çalışarak onları ezberledim. Pazartesi günü Bayan Rohner, beni sözlü sınava aldı. Ders kitabımızın sonunda mastar olarak üç sayfalık bir liste olan bu fiillerin çekimlerini sordu. Üç fiil dışında hepsini bildim. Böylece bir üst kursa geçtim. Fakat birinci kursun programında okumadığım konuları öğrenmem için de bir ay boyunca bana her gün fazladan bir saat özel ders verdiler.  Öğrenim hayatı boyunca çalışkan bir öğrenci olarak bunu değerlendirdim. İzleyen üçüncü ayın sonunda Enstitü’deki en yüksek kurstan takdirname ile ayrıldım.  Toplam 6 aylık üç kursu 4 ayda birincilikle bitirmiştim. Goethe Enstitüsü’nün yaptığı uygulama, Alman eğitim sisteminde öğrenmeye, çalışkanlığa ve zamanın değerine verilen önem bakımından çok önemlidir.    

Lisan döneminden sonra Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesinde doktora yapmak üzere Kuzey Ren-Vestfalya Eyaletinin bu güzel tarihî şehrine gittim. Beni doktora öğrencisi olarak kabul eden Ticaret Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bernhard Rehfeldt ile tez konusu seçiminde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Ticaret Hukuku hocamız Prof. Dr. Halil Arslanlı’nın tavsiye ettiği ve benim de önerdiğim “Ticaret Şirketlerinin Nevi Değiştirmesi, Ticaret Şirketlerinin Birleşmesi”  başlıklı iki konudan birincisi üzerinde mutabık kaldık. Buna göre “Ticaret Şirketlerinin Nevi Değiştirmesi. Alman ve Türk Hukuku’na Göre Karşılaştırmalı Bir İnceleme” başlıklı doktora tezimi yazdım. Tez, Prof. Dr. Rehfeldt ve Devletler Özel Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gerhard Kegel tarafından okunup kabul edildikten sonra;  benim gibi tezleri kabul edilmiş biri bayan beş adayla birlikte 24 Şubat 1964 günü kamu hukuku ve özel hukukun çeşitli alanlarından profesörlerin oluşturduğu geniş bir jüri tarafından yapılan sözlü sınava alındık. Oradaki usule göre bütün adayların siyah takım elbise ve bayanların siyah tayyörle katıldığı, “Sert sınav” anlamında “Rigorosum” olarak da adlandırılan, iki bölüm hâlinde yaklaşık 5 saat süren doktora sınavında özel hukuk ve kamu hukukunun her alanından sorular, tartışmalı bazı konularda görüşlerimiz soruldu. Sınav sonunda ben ve diğer adaylar, özel hukuk ve kamu hukukunu kapsayan “her iki hukukun doktoru” unvanını kazanmıştık. Ancak “Dr.” unvanını kullanabilmek için doktora tezinin bastırılması ve 200 nüshasının hukuk fakültesi olan üniversitelerin kütüphanelerine dağıtılabilmesi için Köln Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığına teslim edilmesi gerekiyordu. Bu işlemleri tamamladıktan sonra, hukuk doktoru olarak Haziran 1964’te Türkiye’ye döndüm.

Doktora çalışmalarım devam ederken bir yıl Almanya’nın en büyük üçüncü bankası olan Commerzbank’ın  (Türkçe çevirisiyle Ticaret Bankası’nın) Köln Şubesinde stajyer olarak, iki yıl Köln’de  Deutsche Welle (Almanya’nın Sesi) Radyosu Türkçe Programında sabah ve akşam yayınlarında mütercim spiker olarak çalıştım.

Yine doktora çalışmalarım sırasında hem Fransızca ve İngilizcemi geliştirmek hem tez konumla ilgili araştırmalar yapmak üzere dörder ay süreyle Fransa’da Paris’e, İngiltere’de Bournemouth ve Londra’ya gittim. Köln’de bulunduğum yıllarda ayrıca İtalyan Kültür Enstitüsü’nün İtalyanca kurslarına devam ettim.

Türkiye’ye döndükten sonra 30 Eylül 1964 günü askere gittim. İstanbul’da Tuzla Piyade Okulunda 6 aylık bir eğitimden sonra kur’a çekiminden önceki yabancı dil sorgulamasında Almanca, Fransızca, İngilizce ve İtalyanca bilmem nedeniyle asteğmen olarak beni Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanlığında görevlendirdiler. 29 Eylül 1965 tarihinde teğmenliğe atandım. İki yıllık askerlik hizmetimin son altı ayında Millî Savunma Bakanlığı Tercüme Bürosunda mütercim teğmen olarak görev yaptım. 30 Eylül 1966 tarihinde terhis edildim. Teğmenlikte almış olduğum sicil dolayısıyla terhisimden dört yıl sonra 30 Ağustos 1970’den itibaren üsteğmenliğe terfi ettim.

Askerlikten sonra 1967’den itibaren Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde önce Almanca okutmanı, sonra Ticaret Hukuku Anabilim dalında sırasıyla asistan, doçent ve profesör olarak görev yaptım. Başta Ticaret Hukuku Anabilim Dalındaki 1. ve 2. Kürsü Başkanları Prof. Dr. Yaşar Karayalçın ve Prof. Dr. Ali Bozer olmak üzere bu kürsülerdeki diğer öğretim üyeleri ile birlikte çalıştım. 1983’te Ticaret Hukuku Anabilim Dalı, 1985’te Deniz Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığına, Eylül 1995’te  Ankara Üniversitesi Senatosu üyeliğine seçildim.

2004-2011 yıllarında Ankara’da Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Anayasa ve Ticaret Hukuku, 2015-2016 yıllarında Konya’da Mevlâna Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Anayasa Hukuku dersleri verdim.

BA: Hikmet Abi, birazda siyasî hayatınızdan bahsedelim.

HST: Tabii... 1968 yılında CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit’le tanıştım. Bizi tanıştıran Deniz Baykal’dı. Ben, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde asistandım. Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Baykal, Fakültelerimizin yakınlığı dolayısıyla daha önce tanıdığım bir arkadaştı. Ecevit’le tanıştırdığı dönemde kendisi CHP Genel Sekreter Yardımcısıydı. Ecevit, Türkiye gündemindeki sorunları çeşitli yönleriyle değerlendirmek için bu konularla ilgili, genellikle uzman kişilerin katılımıyla CHP parti merkezinde toplantılar düzenlerdi. Bu uygulama, CHP Genel Başkanlığı zamanında da devam etmiştir. Ben de bu tür bazı toplantılara davet edildim. Ayrıca o dönemde ve daha sonra DSP Genel Başkanı olarak Bülent Ecevit, zaman zaman bazı konularda düşüncemi sormak için davet etmiş veya yazılı görüş istemiştir.

24 Aralık 1995 milletvekili genel seçimleri öncesinde idi. O seçimler için kamu görevlilerinin aday olmak için istifa etmeleri gereken son gün, 31 Ekim 1995’ti.  O gün Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Ticaret Hukuku dersim vardı. Odamda ders notlarına baktığım bir sırada DSP Genel Merkezi’nden bir telefon geldi. Arayan,  “Hocam, eğer Fakültede iseniz, birazdan Genel Başkan’ımız sizi arayacak.” dedi. Üç gün önce de DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, 27.10.1995 tarih ve 4125 sayılı Kanun’la Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun ile Siyasî Partiler Kanunu ve Milletvekili Seçimi Kanunu’nda yapılan değişiklikler hakkında görüşümü sormuştu.

DSP Genel Merkezi’nden gelen telefon üzerine; 24 Aralık 1995 günü yapılacak olan milletvekili genel seçiminde aday olmamı isteyebileceklerini düşündüm; hemen eşim Fatoş’u aradım ve sordum: “DSP Genel Merkezi’nden aradılar, birazdan Genel Başkan’ın arayacağını söylediler. Adaylık teklif edeceğini düşünüyorum, sen ne dersin?” dedim. O da bana “Senin hayatın çocukluğundan beri siyasetin içinde geçti, neden olmasın? Senin için onurlu bir hizmet olur.” dedi. Böylece eşimden de izin almış oldum. Gerçekten biraz sonra Genel Başkan Bülent Ecevit aradı ve bana “Sayın Türk, bundan sonra sizden Meclis’te yararlanmak istiyoruz.” dedi. “Benim için onurdur.” dedim. “Peki, o zaman öğleden sonra Genel Merkezi’mizde Genel Başkan Yardımcımız eşim Rahşan Ecevit’le görüşün” dedi. O gün kamu görevlilerinin adaylık için istifa etmeleri gereken son gün olduğu için ben, hemen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığına istifa dilekçemi verdim ve öğleden sonra DSP Genel Merkezi’ne, Rahşan Ecevit’in yanına gittim. Milletvekili adaylığı başvuru formunu beraberce doldurduktan sonra, Rahşan Hanım “Nereden milletvekili olmak istersiniz?” diye sorduğunda; ben “Trabzon Of doğumluyum, 1945’te Bafra’ya geldim, hâlen ailem orada, ben de asker olarak geldiğim 1966 yılından beri, 1968 yılından itibaren de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki öğretim görevlerim dolayısıyla da Ankara’da yaşıyorum.” dedim. Rahşan Hanım, “Biz, sizin mutlaka seçilmenizi istiyoruz. Sizi en uygun yerden aday göstereceğiz.” dedi. Doğum yerim olan Trabzon’dan 1. sırada aday gösterdiler. Seçim çalışmaları için hemen Trabzon’a gittim. Genel Başkan Bülent Ecevit Trabzon’a gelerek büyük bir miting yaptı. Ankara’ya Trabzon Milletvekili olarak döndüm.

20. yasama dönemi, 24 Aralık 1995 milletvekili genel seçiminde hiçbir partinin tek başına hükümet kurabileceği bir çoğunluk kazanamadığı sonuçlarla zor ve hareketli bir dönem oldu.  Seçimden yaklaşık iki buçuk ay sonra önce ANAP Genel Başkanı Rize Milletvekili Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığında kurulan ANAP-DYP Koalisyon Hükümeti hakkında 10 Mart 1996 günü yapılan ve 257 kabul, 207 ret ve 80 çekimser oyla sonuçlanan güven oylaması, Anayasa’nın öngördüğü çoğunluk sağlanmadığı iddiasıyla Refah Partisi (RP) tarafından açılan dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce  iptal edildi. Yılmaz, Anayasa Mahkemesi kararının Resmî Gazete’de yayımlandığı 6 Haziran 1996 günü  istifa etti.

28 Haziran 1996 günü RP Genel Başkanı Konya Milletvekili Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığında RP-DYP Koalisyon Hükümeti kuruldu. Meclis’ten 278 kabul 265 ret ve 1 çekimser oyla güvenoyu alan bu Hükümet döneminde Türkiye, birtakım irtica hareketlerine sahne olmaya başladı. Millî Güvenlik Kurulu, 28 Şubat 1997 günü yaptığı toplantıda bu konuyu ele aldı ve lâik Cumhuriyete yönelik eylemlere karşı alınması gereken önlemleri içeren 18 maddelik bir irtica ile mücadele plânı kabul etti. Sivil toplum örgütleri Hükümet’in tutumuna karşı tavır aldı. Geniş halk kütlelerinde irtica ve Hükümet karşıtı protesto eylemleri yaygınlaştı. Başbakan Erbakan, RP-DYP Koalisyon Protokolünde öngörülen “Dönüşümlü Başbakanlık” modeline göre yerini DYP Genel Başkanı Prof. Dr. Tansu Çiller’e bırakmak gerekçesiyle 18 Haziran 1996 günü istifa etti.

Fakat Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ülkenin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle Hükümeti kurma görevini Çiller’e değil, ANAP Genel Başkanı Rize Milletvekili  Mesut Yılmaz’a verdi.  Yılmaz’ın Başbakanlığında ANAP, DSP ve bir süre önce DYP’den ayrılıp eski TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un Genel Başkanlığında kurulan Demokrat Türkiye Partisi (DTP)  arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin 55. Hükümeti olarak üç partili bir Koalisyon Hükümeti kuruldu. Bu Hükümet, 12 Temmuz 1997 günü CHP’nin de desteğiyle 2 çekimser ve 256 ret oyuna karşı 281 kabul ile güvenoyu aldı.  DSP Genel Başkanı İstanbul Milletvekili Bülent Ecevit’in Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, DTP Aydın Milletvekili İsmet Sezgin’in Millî Savunma Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olduğu bu Hükümet’te ben de İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı olarak yer aldım.

Aslında ortaklarının toplam milletvekili sayısı itibariyle üç partili bir azınlık hükümeti olan 55. Hükümet, bir buçuk yıl sonra CHP’nin desteğini çekmesi nedeniyle Başbakan Mesut Yılmaz hakkındaki bir gensoru önergesinin görüşülmesi sırasında verilen güvensizlik önergesinin kabulü ile Aralık 1998’de düşürüldü. 56. Hükümet ise,  DSP Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Bülent Ecevit’in Başbakanlığında ülkeyi seçime götürecek bir DSP azınlık hükümeti olarak 11 Ocak 1999 günü kuruldu. Özellikle Ecevit’in kişiliğine duyulan güven sonucunda Meclis’te 306 kabul oyu ile geniş bir destek bulan 56. Hükümette ben, Millî Savunma Bakanı olarak görev yaptım.

18 Nisan 1999 günü yapılan 21. yasama dönemi milletvekili genel seçiminde DSP adayı olarak ikinci kez Trabzon Milletvekili seçildim. Fakat genel olarak bu seçimin sonuçları da bir tek parti hükümeti kurulmasına elverişli değildi. Seçimden 136 milletvekili ile 1. parti olarak çıkan DSP, 129 milletvekili ile 2. parti olarak çıkan MHP ve 86 milletvekili ile 4. parti olarak çıkan ANAP arasında DSP  Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Bülent Ecevit’in Başbakanlığında üçlü bir Koalisyon Hükümeti kuruldu. MHP Genel Başkanı Osmaniye Milletvekili Devlet Bahçeli’nin Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, ANAP’tan önce Çanakkale Milletvekili Cumhur Ersümer’in Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, sonra ANAP Genel Başkanı ve Rize Milletvekili Mesut Yılmaz’ın Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak yer aldığı 57. Hükümette ben Adalet Bakanı olarak görev yaptım. Meclis’ten 354 kabul oyu ile güvenoyu alan, yaklaşık üç buçuk yıl devam eden ve farklı görüşlere sahip siyasî partiler arasında uzlaşma kültürünün bir örneğini veren bu Hükümet, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı nedeniyle 3 Kasım 2002 günü yapılan milletvekili genel seçiminden 363 milletvekili ile 1. parti olarak çıkan AK Parti (AKP) tarafından 18 Kasım 2002 günü Kayseri Milletvekili Abdullah Gül’ün Başbakanlığında bir tek parti hükümeti kuruluncaya kadar görevde kaldı. AKP dışında CHP 178, Bağımsızlar 9 milletvekili ile Meclis’e girmişti.  57. Hükümet’in koalisyon ortakları olan DSP, MHP ve ANAP ise, Meclis dışında kaldı.    

3 Kasım 2002 seçimlerini izleyen dönemde Meclis’e giren partilerin sayısı,   3 veya 4 parti ile sınırlı kaldı. 2011 milletvekili genel seçiminde DSP tarafından Ankara 1. Bölgeden aday gösterilmiştim. Ancak ne Ankara’da ne başka illerde kazanamadık.

DSP’nin TBMM dışında kaldığı dönemde yapılan DSP Kurultaylarında Parti Meclisi üyeliğine seçildim. 17 Mayıs 2009 günü yapılan Olağanüstü Kurultay’da ve sonraki üç Kurultay’da Genel Başkan seçilen Masum Türker ve 13 Aralık 2015 günü yapılan 10. ve sonraki Olağan Kurultay’da   Genel Başkan seçilen Önder Aksakal ile birlikte onların teklifi ile genel politika ve dış politika ile ilgili Genel Başkan Yardımcısı olarak çalıştım. Fakat Şubat 2018 sonlarında Aksakal’ın bir televizyon programında DSP’nin AK Parti ve MHP ya da DSP’ye 10 milletvekili fazla verecek A veya B partisi ile seçim ittifakı yapabileceğini söylemesi üzerine; DSP’nin, yaptıkları Anayasa değişiklikleri ve uygulamalarıyla Türkiye’yi bir tek adam yönetimine götüren iki parti ile ittifak yapmasının, uğruna mücadele ettiği ilkeleri ve kendisini inkâr etmesi anlamına geleceği, 10 milletvekili fazla verecek herhangi bir parti ile ittifak yapmasının dürüstlük ilkelerine aykırı pazarlıkçı bir davranış olacağı, Genel Başkan’ın yaptığı açıklamaların, DSP’nin Programı ve uygulamalarıyla bağdaşmadığı gerekçesiyle 1 Mart 2018 günü Genel Başkan yardımcılığı görevimden istifa ettim.

2019 yılında yapılan ve Yüksek Seçim Kurulu’nca haksız bir şekilde iptal edilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde ilk seçimdeki DSP adayı Muammer Aydın’ ın çekilmesi ve 12 Mayıs 2019 günü yapılan Parti Meclisi toplantısında başka bir aday gösterilmemesi kararı alınması üzerine, DSP’nin bu kararı CHP adayı Ekrem İmamoğlu’nu desteklemek için aldığının açıklanması yönündeki teklifimin Parti Meclisi’nde yapılan iki oylamada açık farkla reddedilmesi üzerine DSP Parti Meclisi’nden, bir hafta sonra da Genel Başkan Aksakal’ın İmamoğlu’nun desteklenmesinin reddi konusunda bir gazeteye yaptığı asılsız iddialara dayalı açıklama üzerine 17 Mayıs 2019 günü, 24 yıl boyunca üyesi olduğum DSP’ den  istifa ettim. 

Siyasetle ilgimi, bağımsız olarak Türkiye ve dünya gündemindeki sorunlar hakkındaki görüşlerimi demeçler vererek, kitap ve makaleler yazarak sürdürüyorum. Bu arada 2017 yılında yapılan Anayasa değişiklikleri ve seçim hukuku ile ilgili kitaplarım Ankara’da Yetkin Yayınevi tarafından yayımlandı. Önümüzdeki aylarda yayımlanacak yeni bir kitabımı tamamlamak üzereyim. Boş durmak yok. Çalışıyorum. Bu anlamda 13 yaşımda başlayan siyasî hayatım, bugün de devam ediyor.

Hoşça kalın, sağlıcakla kalın...

 

Bülent ARSLAN (BSc-Msc)

bulent.arslan@arskom.com.tr